ŞAFİİ el-UMM

USÜL

 

İSTİHSAN

 

Bize Rebi', İmam Şafil'nin şöyle dediğini haber verdi: Onların, Kabe'yi bizzat gözleriyle gören kimseler gibi, ona, görürcesine tam ve doğru olarak dönüyoruz, deme imkanları yoktur.

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Muhatabım dedi ki: Bu aynen söylediğin gibidir. İçtihad, araştırılan konu üzerinde olur. Talep edilen şeye de ancak delalet yoluyla veya mevcut bir şeye benzemek suretiyle ulaşılır. İşte bu, bir kimsenin, istihsan, habere muhalif ise, onunla hükmetmesinin caiz olmadığını gösterir. Kitap ve sünnette yer alan haber, isabetli bir ictihad yapmak için, manası müctehid tarafından kavranılmak istenilen bir kaynaktır. Bu, tıpkı Kabe' den uzakta olan kimsenin namaz kılarken ona tam olarak yönelmek istemesi veya ona kıyas yoluyla yönelmesi gibidir. Bir kimse, ancak ictihad yapmak suretiyle hükmedebilir. İçtihad da -belirttiğim gibi- gerçeği aramaktır.

Ayrıca dedi ki: Sen, bir kimsenin, kıyasa başvurmadan, "İstihsan ile hükmediyorum." demesini caiz görür müsün?

Dedim ki: -Allah en doğrusunu bilir- Benim yanımda bu, hiç kimseye caiz olmaz. Ancak ilim adamları bu yolla hüküm verebilirler, başkaları değiL. Onlar da haber bulunan konularda habere uyarak, haber bulunmayan konularda ise ona kıyas yaparak bir şey söyleyebilirler.

Kıyası bir tarafa bırakmak caiz olsaydı, ilim adamı olmayan aklı başında herkesin kendi görüşleriyle, hakkında haber bulunmayan konularda istihsan ile fetva vermesi caiz olurdu. Haber ve kıyasa dayanmaksızın görüş beyan etmek, Allah'ın Kitabı ve Resülünün sünnetine dayanarak zikrettiğim delillere göre caiz olmadığı gibi kıyasa göre de caiz değildir.

Şöyle dedi: Kitap ve sünnet, bu hususa açıkça işaret etmektedir; çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), ictihadı emretmiştir. İctihad da kesinlikle bir şeyi araştırmaya dayanır. Bir şeyi araştırmak da bir kısım delillere dayanır. Deliller ise kıyasın esasıdır.

Eğer durum böyle ise -anlattığına göre- deliller açısından kıyasın yeri neresidir?

Şöyle dedim: Görmez misin ki bir kimse, birinin kölesini satın almak istediği zaman ilim sahipleri, çarşıyı bilmeyen birine; "Şu köle ve cariyenin kıymetini takdir et." demezler. Çünkü kıymetini takdir edebilmek için kölenin emsalinin o günkü bedelini bilmek gerekir. Onun kıymetini takdir, ancak başka bir köleyi göz önüne alarak ve bunu ona kıyas ederek mümkün olur. Bir kimseye, piyasayı biliyorsa, ancak o zaman "Malının kıymetini sen takdir et." denir.

Adil bir fakihe, kölelerin değerini bilmiyorsa, şu köle veya bu cariyenin kıymetini ya da şu işçinin ücretini belirle demek caiz olmaz. Çünkü kıymet veya ücreti belirlerken emsallerine göre hareket etmezse haksızlık yapmış olur.

MaIl yönden kıymeti azalacak olan ve birinin lehine veya aleyhine kolayca yanılma ihtimali olan bu gibi işlerde durum böyle olunca, Allah'ın haram ve helal kıldığı hususlarda haksızlık yapmaktan ve istihsanla hüküm vermekten kaçınmak daha da güzeldir.

İstihsan, ancak zevke göre fetva vermektir. Haberleri (nasıan) bilen ve onlara kıyas yapmaya aklı eren kimse ancak istihsana göre fetva verebilir.

Durum böyle olunca, alimin ancak doğruya delalet eden şeylere kıyas yaparak, ilmı cihetle fetva vermesi gerekir. İlmılik de kesinlik ifade eden habere dayanmakla olur. Böylece ilim adamı, daima nassa uymuş ve kıyas ile nassı araştı~ış olur. Nitekim bu durum, Kabe görünüyorsa doğrudan doğruya ona yönelen; uzaktaysa alametlerden yararlanarak ictihad yapıp Kabe cihetine yönelen kimse gibidir.

Şayet o, kesin bir habere ve kıyasa dayanmaksızın hüküm verirse, alim olmadığı halde fetva veren kimseden günaha daha fazla yaklaşmış olur ve ilim adamı olmayan kimseler de fetva verir hale gelirler.

 

Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)'den sonra hiç kimseye, kendisinden önce geçmiş ilim kaynağına dayanmaksızın fetva verme yetkisi tanımamıştır. Ondan sonraki ilim kaynağı ise Kitap, sünnet, icma, sahabllerden intikal eden şeyler ve -belirttiğimiz gibi- bunlara kıyastır.

Kıyas için gerekli deliIlere tam manasıyla sahip olan bir kimse ancak kıyas yapabilir. Bu araçlar (deliller) ise Allah'ın Kitabı'nda yer alan hükümleri, Kur' an' ın farzını, edebi yönünü, nasihini, mensuhunu, genelini, özelini ve irşad yöntemini bilmektir.

 

Kıyasa başvuracak kimse, duruma göre ResuluIlah (s.a.v)'in sünnetiyle istidlal eder. Eğer bir sünnet bulamazsa Müslümanların icmasıyla, bir icma bulamazsa kıyas ile hüküm çıkarır.

Bir kişi, kendisinden önce geçmiş olan sünnetleri, selefin görüşlerini, insanların icmalarını, ihtilaflarını ve Arap dilini bilmedikçe kıyas yapamaz. Ayrıca, aklı sağlam olmadıkça, birbirine benzeyen şeyler arasındaki farkları ayırdedemedikçe, iyice tesbit etmeden fetva verme de aceleciği bırakmadıkça kıyas yapma hakkı yoktur.

 

Kıyas yapacak olan kimse, muhaliflerini dinlemekten çekinmemelidir. Çünkü onları dinlemekle gaflete düşmekten kurtulur, doğru olduğuna inandığı şeyi daha iyi tesbit etme yoluna gider.

Kıyas yaparken bütün gayretini harcaması, bir şeyi neye göre benimsediğini ve neye göre terk ettiğini bilmesi için insaflı kişiliğe sahip olması gerekir. Ayrıca benimsediği görüşle yetinip muhalefet ettiği şeyden müstağni olmamalıdır. Bu da -İnşaallah- ulaştığı görüşün, terk ettiği görüşten daha üstün olduğunu anlaması içindir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Aklı tam, fakat izah ettiklerimize vakıf olmayan kimsenin kıyas yapması caiz değildir. Çünkü o, kıyas için teşkil eden asıl şeyi bilemez. Tıpkı aklı başında bir fakihin, çarşı hakkında bilgi sahibi olmaksızın, bir paranın bedeli hususunda fikir beyan etmesinin caiz olmadığı gibi ...

Eğer kişi bu söylediklerimizi hakkıyla değil de ezberlemek suretiyle bilse, yine onun da kıyas yaparak fetva verme yetkisi yoktur. Çünkü o, mananın aslını tam olarak kavrayamaz. Aynı şekilde kişi, eğer onları ezberle se ama aklı kavramakta eksik kalsa ya da Arap dilini iyice bilmiyor olsa yine kıyas yapamaz. Çünkü onun aklı, kıyas için araç teşkil eden hususlan kavramada yeterli değildir. Böyle bir kişi, -Allah en doğrusunu bilir- kıyas yoluyla hiçbir şey söyleme hakkına sahip değildir. Ancak alimlere tabi olarak fikir beyan eder.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Birisi: Kıyas yaptığın haberlerden bazılarmı ve onlara nasıl kıyas yaptığını bize bildir, derse ...

Ona -İnşaallah- şöyle denir: Allah veya Resulünün her hükmünde delil bulunur ya da Allah veya Resulünün her hükmüyle ilgili olarak (Kur'an'da veya sünnette), onun bir sebebe binaen konulmuş olduğuna dair bir delalet bulunmaktadır. Buna göre, hakkında nas bulunmayan bir olayortaya çıkarsa, söz konusu olay, aynı sebebi ihtiva ettikleri takdirde, hakkında nas bulunan olayın hükmüne tabi kılınır.

 

Kıyasın çeşitleri vardır. Hepsi de "kıyas" kavramı altında birleşir. Kıyaslardan her biri; başlangıcı veya esası açısından, ya bunlardan her biri ya da her ikisi bakımından farklılık gösterebilir. Kıyaslardan biri, diğerine göre daha açık olabilir.

Kıyasın en kuvvetlisi şöyledir: Ya (Kur'an'da) Allah (c.c), bir şeyin azını haram kılmıştır ya da Resulullah (s.a.v) yasaklamıştır. Bir şeyin azının haram kılınışından o şeyin çoğunun da haram kılındığı anlaşılır. Azı haram olanın, çoğnun haram olması da azı gibidir veya daha da beterdir; çünkü çokluğun azlığa galebe çalması tabiidir.

 

Aynı şekilde, taatın azı övgüye mazhar olmuşsa, çoğunun övülmesi daha da tabiidir.

Yine bir şeyin çoğu mubah kılınmışsa, azının mubah oluşu daha kolay kavranır.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Birisi şöyle derse: Bunlardan her biri için manasını açıklayıcı mahiyette birer örnek zikreder misin?

Derim ki: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah, müminin kanını, malını ve onun hakkında iyi olmayan zanda bulunulmasını haram kılmıştır. " Tahric: ibn Abdi'I-Berr, hadisi isnadsız zikretmiştir. Temhid, 10/231; el-Iraki şöyle dedi: Bu hadisi; el-Beyhaki, ibn Abbas hadisinden zayıf bir isnad ile rivayet etmiştir, 5/296- 297; ibn Mace benzerini zayıf bir isnad ile rivayet etmiştir. ibn Mace, Fiten 2/1297.

 

Eğer, mümin hakkında iyilikle bağdaşmayan bir zanda bulunmak yasaklanmışsa, ona karşı haksız yere zandan öte bir şey söylemek daha büyük yasaklamaya denk gelir. Sonra bu durum arttıkça haramlığı da büyür.

 

Allah (c.c) şöyle buyurdu: "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür." [Zilzal, 99/7-8]

Buna göre zerre miktarından fazla yapılan iyilik daha çok övülmeye layıktır. Zerre miktarından fazla yapılan kötülük de daha büyük günahtır.

Yüce Allah, aramızda anlaşma bulunmayan ve bizimle savaş halinde olan kafirlerin kanlarını ve mallarını bize mubah kılmıştır. Bu hususta bize haram kıldığı bir şey de hatırlamıyorum. Dolayısıyla onların kanlarına değil bedenlerine, mallarının tamamına değil de bir kısmına verdiğimiz zararlar haydi haydi mubah sayılır.

Bazı ilim ehli buna "kıyas" adını vermekten çekinirler ve şöyle derler:

Bunlar Allah'ın helal ve haram kıldığı, övdüğü ve kınadığı şeylere girer. Çünkü o, bizzat nassın manasında mevcuttur; başka şeye kıyasla elde edilmiş değildir.

Onlar, helal kılınma sebebini taşıyan şeyin helal, haram kılınma illetini taşıyan şeyin de haram sayılmasıyla ilgili diğer hususlarda da aynı görüşü ileri sürerler.

 

İmam ŞafiI (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Onlar, ancak teşbih yapılabilen, yani benzerlik yönünden ayrı ayrı iki illetin bulunması ve bunlardan birinin bırakılıp ötekinin kıyas için alınması mümkün olan şeye "kıyas" adı verilebileceğini söylerler.

İlim ehlinden bir kısmı da Kitap ve sünnetin dışında olan ve bunlardaki bir hükmün illetini taşıyan şeye, "kıyastır" der. Allah en iyisini bilir.

 

Birisi şöyle derse: Sözü geçen ve herkesin kavrayacağı bu kıyas dışında, beyan, sebepler ve delilolma bakımından kıyaslar arasında farklılıklar bulunduğunu gösteren bazı kıyasları zikreder misin?

Ona -Allah'ın izniyle- şöyle deriz: Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği örfe uygun olarak babaya aittir ... " [Bakara,2/233]

Yine Allah, " ... Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur ... " [Bakara, 2/233] buyurmuştur.

Resulullah (s.a.v), Hind binti Utbe'ye, kocası Ebu Süfyan'ın malından uygun bir şekilde -onun izni olmaksızın- kendisine ve ondan olma çocuklarına yetecek kadar almasını emretmiştir. Tahric: Buhari, Nafaka 3/427 no: 5364; Müslim, Hind meselesi 3/1338 no: 7/1714.

 

Bu da gösteriyor ki Allah'ın Kitabı ve Peygamber (s.a.v)'in sünneti, çocukların emzirme masraflarını karşılamak ve yaşları küçükken nafakalarını temin etmek babalara aittir.

Baba, kendinden olma çocuklara, çocuk kendisini idare edemeyecek durumdaysa, bakmakla mükelleftir. Bize göre; çocuğa kıyasla baba da kendini idare edemeyecek durumdaysa ve malı da yoksa onun bakımı, giyimi ve nafakası çocuğuna aittir.

Zira çocuk babadan olmadır. O halde baba kendi çocuğuna bakma noktasında görevini ihmal etmek istemez. Nitekim çocuk için de babasını ihmal etmek caiz olmaz; zira çocuk, onun sulbünden gelmiştir. Durum, bütün babalar için aynıdır; ne kadar birbirlerinden uzak (yukarı doğru; dedeler) olurlarsa olsunlar. Bu bakımdan çocuklar da aynıdırlar; ne kadar aşağıda (aşağı doğru; torunlar...) olurlarsa olsunlar. -Allah en doğrusunu bilir- Ben şöyle derim: Buna kıyasla ihtiyaç halinde olan ve iş güç sahibi olmayan her çocuğun nafakası, iş güç sahibi olan zengin babaya ait olduğu gibi, aynı durumda olan babanın nafakası da iş güç sahibi olan çocuğa aittir.

 

Hz. Peygamber (s.a.v), hileli bir yolla satılıp bir süre çalıştınldıktan sonra noksam olduğu ortaya çıkan kölenin, noksam sebebiyle alıcıya iade edilmesine ve kölenin bu süre zarfında kazancım alıkoymasına karar vermiştir. Çünkü bu süre içinde köleden alıcı sorumludur.

Bu karardan şunu çıkarıyoruz: Söz konusu gelir, pazarlığa dahil olmadığı için bedelin bir kısmı ona karşılık sayılamaz. Gelir, öyle bir vakitte müşterinin mülkiyetine dahil idi ki, bu vakitte köle ölseydi müşterinin malı olarak ölmüş sayılacaktı. Hz. Peygamber (s.a.v), onu müşteriye vermiştir; çünkü o, müşterinin mülkiyetinde ve köle onun sorumluluğu altındayken meydana gelmiştir. Biz de hurma ağacının meyvesini, davarın süt, yün ve yavrusunu, cariyenin çocuğunu, müşterinin mülkiyetinde ve sorumluluğu altında meydana gelen her şeyi buna kıyasla aym hükme bağladık. Yine dul cariyenin hizmeti ve onunla cinsı ilişkide bulunması da bu kabildendir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Bazı arkadaşlarımız ve onların dışındaki bazıları da bu konuda bizden ayrılmışlardır.

İnsanlardan bazısı şöyle demiştir: Köle ve cariyenin kazancı, hizmeti ve malı, onları satın almış olan efendisine aittir. Ama cinsi münasebet farklıdır. Çünkü onun noksam dolayısıyla cariyeyi iade etme hakkı vardır. Dul olsa bile cinsı ilişkide bulunduktan sonra onu iade etme hakkı yoktur. İade esnasında hurma ağacının meyvesini, davarın süt ve yününü, cariyenin çocuğunu alıkoyma hakkı da yoktur; çünkü bunların hiçbiri -davar, cariye, hurma ağacı ve gelir- köle cinsinden değildir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Bu görüşü ileri süren bazı kişilere şöyle dedim: Gelirin köle cinsinden bir şeyolmadığı, ama meyvenin ağaçtan ve çocuğun cariyeden olduğunu söylüyorsunuz. Peki, bunlar pazarlığa dahilolmayıp müşterinin mülkiyetinde meydana gelmede birleşmiyorlar mı?

İtiraz eden şöyle dedi: Evet, fakat bunlar, efendiye ulaşan faydalar açısından farklı şeylerdir. Hurma, ağaçtandır; cariyenin çocuğu ve davarın yavrusu kendilerindendir; kölenin kazancı ise kendisinden değildir; bu onun işi ve mesleği icabı elde ettiği bir şeydir.

 

Bunu diyen kişiye şöyle dedim: Birisi sana aynı delile dayanarak itiraz etse ve Hz. Peygamber (s.a.v), geliri sorumluluğa göre hükmetti; gelir de belirttiğim gibi, ancak iş ve meslek icabı hasılalan bir şeydir. Bu da köleyi efendisine hizmetten alıkoyduğu için efendinin onun hizmetine ve ona vermiş olduğu nafakaya karşılık geliri alma hakkı vardır. Buna göre köleye bir şey hibe edilse, bu onu bir işten alıkoymadığı için, son efendisine ait olmaz ve ilk sahibine iade edilir, derse doğru bulur musun?

Hayır, dedi: Tam tersi bu bağış, son efendisine ait olur; çünkü köle onun mülkiyetindeyken bu hasılalmuştur.

Ben de "Bu, gelir değildir, gelirden farklı bir şeydir." dedim.

O kişi, "Fark etmez, isterse öyle olsun, bu, köleden meydana gelmiş bir şey değildir." dedi.

Ben de "Fakat anlam bakımından gelirden farklıdır; çünkü gelirden apayrı bir şeydir." dedim.

Dedi ki: Gelirden apayrı bir şeyolsa da fark etmez, çünkü müşterinin mülkiyetinde meydana gelmiştir.

Şöyle dedim: Meyve ve yavru da öyledir, bunlar da müşterinin mülkiyetinde meydana gelmiştir. Meyve, hurma ağacından koparılınca, ağaca ait bir şeyolmaktan çıkar. Bazen meyve satılır ve hurma ağacı ona bağlı olmaz. Bazen de hurma ağacı satılır ve meyve ona tabi olmaz. Davarın yavrusu da böyledir. Gelirin de köle ile birlikte iade edilmesi daha uygun olurdu; çünkü bunlardan birinin iade edilmesi caiz olursa, kölenin geliri konusu da meyvenin hurma ağacına tabi oluşundaki duruma benzetilebilir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Arkadaşlarımızdan bir kısmı; gelir, dul cariyeyle cinsi ilişkide bulunma ve hurma ağacının meyvesi hakkında bizim görüşümüze katılmış ama cariyenin çocuğu konusunda bize muhalefet etmiştir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Bunların hepsi eşittir; çünkü müşterinin mülkiyetinde meydana gelmiştir. Bu konuda ancak böyle bir görüş doğrudur. Ya da köleyi satın alan kimsenin gelir ve hizmetten başka bir hakkı olmaz; o, ne köleye bağışlanan şeyi, ne onun bulduğu malı, ne elde ettiği defineyi ne de başka bir şeyi alabilir. Sadece kölenin kazancından ve hizmetinden yararlanır. Hurmanın meyvesinden, davarın sütünden (vb.den) yararlanamaz; çünkü bunlar gelir değildir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Resulullah (s.a.v), altının altınla, hurmanın hurmayla, buğdayın buğdayla, arpanın arpayla, ancak misli misline ve peşin olarak değiştirilmesine izin vermiştir. Tahric: Bu manaya gelecek birçok hadis vardır. Bunlardan bir tanesi Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiği hadistir. imam Şafii daha önce [76] rakamıyla rivayet etmiştir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Resulullah (s.a.v), insanların cimrilik edip ölçerek sattıkları bu yiyecek maddelerini iki sebepten dolayı ayrı hükme tabi tutmuştur:

Birincisi: Söz konusu maddelerden birinin misli mukabilinde peşin olarak satılması ve diğerinin sonradan borca verilmesidir.

İkincisi: Bunlar, misli misline peşin olarak değiştirilirken, birisinin fazla olmasıdır. Buna göre, aynı sebepleri taşıyan malların da bu şekilde birinin fazla olması şartıyla satış ve değiştirilmesi, onlara kıyasla haram olur.

Tartıyla satılan yiyecek maddelerinin hepsi aynı hükme tabidir. Çünkü ben bunların, yiyecek ve içecek maddesi olma bakımından aynı olduklarını sayarım. İçecek şeyler de yiyecek şeyler kapsamındadır. Çünkü bunların hepsi, insanlar için ya erzaktır ya gıda maddesidir ya da her ikisidir. Görüyorum ki insanlar, bunlarda cimrilik edip onları tartıyla satıyorlar. Tartı, miktarı tespit konusunda ölçekten daha sağlamdır. O da ölçek niteliği taşımaktadır. Mesela bal, yağ, zeytinyağı, şeker ve benzeri yiyecek ve içecek maddeleri tartıyla satılıyor.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Birisi şöyle diyebilir: Tartıyla satılan bir maddenin altın ve gümüş cinsinden olup yine tartıyla alınıp satılan bir maddeye kıyas edilmesi mümkünmüdür?

Ona -inşaallah- şöyle denir: Açıkladığımız gibi, tartıyla satılan bir maddeyi yine tartıyla satılan bir (başka) maddeye kıyas yapmamıza bura- . da engel olan husus, bir şeyi bir şeye doğru kıyas yaptığın zaman, o şeyin hükmünün ötekine de aynen uygulanması gereğidir. Sözgelimi, bal ve tereyağını, dinar ve dirheme kıyas yapıp aynı cinsten olmaları halinde, birindeki fazlalığı haram saydığını farzedelim. Bu durumda, dinar ve dirhem peşin, bal ve tereyağı vadeli olmak üzere yapılan satış caiz olur mu?

Birisi, "Müslümanlar, söz konusu satışı neye göre caiz saymışlarsa biz de ona göre caiz sayarız." diyecek olursa;

Ona -inşaallah- şöyle deriz: Müslümanların söz konusu satışı caiz sayması, bence bunun ona kıyas edilerek olmadığını gösterir. Ona kıyas edilerek olsaydı, hükümleri de aynı olurdu. Oysa bu satışın ancak peşin olarak yapılması caizdir; tıpkı dinar'ın dirhem karşılığında satışı da ancak peşin olarak yapılabilmesi gibi ...

Şöyle derse: Onu ölçekle satılan maddeye kıyas yaptığında her ikisine de aynı hükmü uygulayabilir misin?

"Evet, ikisi arasında hiçbir fark görmüyorum." diyebilirim.

Şöyle derse: Vadeli üç ntıl (1425,6 gr. ağırlığında) zeytinyağı karşılığında bir müd (ölçek cinsindendir. 544 gr. ağırlığa tekabül eder) buğdayı satın alman caiz midir?

Derim ki: Bana göre caiz değildir; yiyecek ve içecek şeylerin hiçbiri, cinsi değişmedikçe vadeli olarak satın alınmaz. Ölçülerek satılan yiyecek maddesinin hükmüyle tartılarak satılan yiyecek maddesinin hükmü aynıdır.

Birisi, "Dinar ve dirhem konusunda ne dersin?" diye sorarsa ...

Derim ki: Bunlar, kendi cinslerine mukabil alınıp verilirken fazla almak• da, vade de haramdır. Yiyecek maddeleri onlara kıyas yapılmaz; çünkü cinsleri farklıdır. Ölçekle satılan madde, kendi cinsine karşılık satılırken fazlalık ve vade yasaklanmıştır. Ölçekle ve vadeyle satılan benzeri maddeler de ona kıyas yapılır; çünkü bunlar da aynı cinstendir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: "Peki, dinar ve dirhem arasındaki farkı gösterir misin?" derse; Şöyle derim: İlim ehlinden dinar ve dirhem karşılığında ölçekle ve tartıyla satılan yiyecek maddesinin vade ile alınmasının caiz görülmesine muhalefet eden birini bilmiyorum. Ancak bu, dirheme karşılık dinar verilmesi konusunda caiz değildir.

 

Yine ilim ehlinden hiçbirinin şu hususlarda bana muhalefet ettiğini bilmiyorum: Bir maden bulsam; devletin hakkını verdikten sonra, bulduğum altın veya gümüşün, yanımda kaldığı sürece, her sene bunların zekatını vermem gerekir. Halbüki toprağın mahsulünün öşrünü verdikten sonra yanımda kaldığı sürece zekatını vermem gerekmez.

Bir kimsenin malını harcasam, onun değerini dinar ve dirhem olarak

ödemem gerekir, Müslümanın, diyetler dışında, her malına bedelolabilir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: "Anlattığın gibidir." derse; Ben de şöyle derim: Bir kısım şeyler, sana anlattığımdan az da olsa bazen farklılık gösterir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: İlim ehlinin genellikle şu konularda birleştiğini görüyoruz: Hz. Peygamber (s.a.v), hür bir Müslümanın hill bir Müslümanı hata sonucu öldürmesi durumunda, cinayeti işleyenin akilesine yüz deve diyetle hükmetmiştir. Bu diyet, üç yılda ve her yıl üçte biri verilmek üzere belli taksitlerle ödenir.

 

Bu, kıyas manasına gelebilecek birtakım niteliklere işaret etmektedir.

 

Bunların birkaçını zikredeceğim: İlim ehlinin -genellikle- şu hususlarda aynı görüşü paylaştıklarını görüyoruz: Hür bir Müslüman kasten bir cinayet işlerse veya birinin malına ya da can benzeri bir şeyine zarar verirse, diyet ve tazminatını ailesi değil, kendisi öder. Hata sonucu bir canı telef ederse ailesi öder.

Görüyoruz ki alimler, yaralama suçu tam diyetin üçte birine ulaşan ve bu miktan aşan tazminatı ailenin ödemesi hususunda birleşmişlerdir. Ama tam diyetin üçte birinden az olan tazminat konusunda ise ihtilafa düşmüşlerdir. Bazı arkadaşlanmız şöyle dedi: Müdihanın (kafatasında meydana gelen derin yara) diyetini akile öder. Başkalan ise şöyle dedi: Öşrün yansıdır (tam diyetin yirmide biridir). Öşrün yansını geçen bu tür tazminatı da akile öder; bundan hafif olan yaralamalardan dolayı akile tazminat ödemez.

"Akile, öşrün yansı kadar olan tazminatı öder; bundan aşağısını ödemez." diyen kimselere, "Sünnete kıyas, sadece iki şekilden biriyle sahih olmaz mı?" diye sordum.

Dedi ki: Bunlar nedir?

Şöyle dedim: Ben, Hz. Peygamber (s.a.v)'in diyetle ilgili hükmüne uydum. Diyetten az olan tazminat, suçlunun kendi malından verilir. Diyete başkasını kıyas edemezsin; çünkü Kur' an' ın hükmü, suçlunun cinayetiyle ilgili tazminatı başkasının değil, kendisinin ödemesinin daha uygun olacağı şeklindedir. Nitekim hatanın dışında vukubulan yaralamalarda tazminatı kendisi ödemektedir. Yüce Allah, katilin, hatayla adam öldürmesi halinde diyet vermesini, bir de köle azad etmesini farz kılmıştır. Ben, kölenin, suçlunun kendi malından azad edileceği kanaatine vardım; çünkü bu, onun cinayetiyle ilgilidir. Diyeti de Hz. Peygamber (s.a.v)'in hükmüne uyarak, ayrı mütalaa ettim. Aynı şekilde diyet konusunda da ona uyarım ve diyetten az olan tazminatın suçlunun malından ödenmesini yerinde bulurum. Çünkü kişinin, cinayetiyle ilgili tazminatı kendisinin ödemesi daha doğrudur. Bence mest üzerine meshedilmesi de bir ruhsattır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.v)'den yapılan bir rivayete dayanır; buna başkasını kıyas yapmam.

Dedi ki: Veya kıyas, ikinci şekle göre olur. O nedir?

Şöyle dedim: Hz. Peygamber (s.a.v), hata ile adam öldürmeyi, ölüme yol açmayan müessir fiil (yaralama) ve kasten adam öldürmeden ayrı tutmuş ve hata ile adam öldürmeden doğan diyeti, katilin akilesinin ödemesine karar vermiştir ki bu diyet, yaralamadan doğan tazminata nisbetle daha çoktur. Buna göre ben de hata ile işlenen suçtan dolayı gereken daha az tazminatın, suçlunun akilesi tarafından ödenmesini kabul ettim; çünkü daha az olan tazminatı onun yerine akile'nin ödemesi, daha çok olan veya çok sayılan meblağı ödemesinden daha evladır.

Dedi ki: Bu, iki nitelikten kıyas için daha uygun olanıdır, bu da mest üzerine meshetmeye benzemez.

 

imam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: inşallah dediğin gibidir. ilim ehli, miktarca diyetin üçte birine ulaşan ve bunu aşan tazminatları akilenin ödemesi gerektiği hususunda icma etmişlerdir. Onların icması, diyetten az olan bazı tazminatı diyete kıyas ettiklerinin bir delilidir.

"Doğrudur." dedi.

 

Ona şöyle dedim: Arkadaşlarımız, "İşittiğim şeylerin en güzeli, 'Diyetin üçte birine ulaşan ve bunu aşan tazminatları akile öder.' sözüdür." demiş ve memleketlerindeki uygulamanın da böyle olduğunu söylemiştir.

Birisi, bu görüşe iki yoldan karşı çıkarsa ne dersin? Dedi ki: Bu iki yol nedir?

Şöyle dedim: Seninle ben, diyetin üçte birine ulaşan ve bunu aşan tazminatı akilenin ödemesinde icma ettik ve bundan az olan tazminat konusunda da ihtilafa düştük. Birlikte vardığımız icma ile diyetin üçte biri kadar olan tazminat konusunda huccet getirilmiş oldu. Bundan az olan tazminat hakkında ise herhangi bir rivayete sahip değilsin. Ona ne dersin?

 

İmam Şafil (Allah rahmet etsin), "Şöyle derim." dedi: Benim icmam, meseleye senin baktığın zaviyeden değildir; benim icmam, "Diyetin üçte biri kadar olan tazminatı akile ödediğine göre ondan az olan tazminatı da öder." şeklindeki kıyas üzerindedir. Aldlenin ödeyeceği tazminatın diyetin üçte biri kadar olacağını belirten kimdir? Biri kalkıp sana: "Diyetin onda dokuzu kadar olan tazminatı akile öder; bundan aşağısını ödemez." derse ne söyleyeceksin?

Şöyle dedim: Eğer bir kimse, "Diyetin üçte biri kadar olan tazminatı bir kişinin ödemesi zordur." derse; işte ben de bu sebepledir ki bu tazminatın onunla birlikte ve onun adına akilesi tarafından ödeneceğini, bu miktardan az olan tazminatı da hafif olduğu için akilesinin ödemeyeceğini söyledim, derim.

Şöyle dedi: İki dirhemden başka malı olmayan kimse hakkında ne dersin? Ona, diyetin üçte biri kadar tazminat da, bir dirhem de ağır gelir; çünkü bu durumda onun hiç malı kalmaz. Büyük bir imkana sahip olan kişiye ise diyetin üçte biri kadar olan tazminat ağır gelir mi?

 

İmam Şafil (Allah rahmet etsin); Ben de "Birisi sana: İmam Malik, 'Sadece bizdeki uygulama böyledir.' demiyor; aynı zamanda 'Medine'de de bu konu üzerinde icma edilmiştir.' diyor derse nasıl karşılarsm?" dedim.

Şöyle dedi: Medine'de üzerinde icma edilen şey, münferit rivayetlerden daha kuvvetli değil mi?! Böyle değilse o (İmam Malik), bize nasıl münferit rivayetlerden daha zayıf olan bir şeyi nakletme zahmetine katlanıp icma ile kabul edilen daha kuvvetli ve bağlayıcı olan şeyi rivayet etmekten kaçınır?!

Biz de şöyle dedik: Birisi sana, farzedelim ki rivayet az ve icma da nakledilmeyecek kadar çok olduğu için bu böyledir diyorsa; sen de aynı şeyi yapıyor ve "Bu, üzerinde icma edilmiş bir şeydir." diyorsun, derse ne cevap verirsin?

Şöyle dedi: Ben ve herhangi bir ilim ehli, "Bu konuda icma edilmiştir." dersek, karşılaştığın her alim, mutlaka sana aynı şeyi söyler ve onu öncekilerden öylece nakleder. Mesela, öğle namazının farzı dört rekattır, içki yasaklanmıştır vb. gibi ... Bazen birinin "Bu, icma ile kabul edilmiştir." dediği bir konuda Medineli ilim ehlinin çoğunun ona muhalif olduğunu görüyorum. Bazen de üzerinde icma edildiği söylenen bir konuda İslam ülkelerindeki alimlerin çoğunun muhalefet ettiğini biliyorum.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Ona, hafif olan yaralamalardan doğan tazminatı akile ödemez, görüşüne; tıpkı diyetin üçte biri kadar olan tazminat konusunda olduğu gibi itiraz edilebilir.

O da bana, bunun bir sebebi olduğunu, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in hafif olan yaralamalardan dolayı herhangi bir tazminatla hükmetmediğini söyledi.

"Peki" dedim, sana birisi, "Ben hafif olan yaralamalar dolayısıyla bir tazminatla hükmetmem; çünkü bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) de bir tazminatla hükmetmemiştir." diye İtirazda bulunursa ne dersin?

Şöyle dedi: Onun böyle bir itiraz hakkı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), o konuda bir hüküm vermedi, ama hafif olan yaralamalarda mağdur olan şahsın tazminat hakkını da iptal etmedi.

Ben de şöyle dedim: O da sana aynı şeyi söylüyor. Yani Hz. Peygamber (s.a.v), akilenin hafifyaralamadan doğan tazminatı ödemesine hükmetmiş ve ondan hafif olan yaralamalardan dolayı bir hüküm vermemiş se de hafif olan yaralamada tazminatı akile ödemez, akilenin böyle bir tazminatı ödemesi yasaktır şeklinde kesin bir şey de söylememiştir. Bu sebepledir ki akilenin hafif olan tazminatı ödemesi için bir engel yoktur. Akile, nasıl ağır olan bir suçtan doğan tazminatı ödüyorsa, ondan hafif olan bir suçtan doğan tazminatı da öder. Nitekim biz de, siz de böyle düşünüyoruz. Sen, arkadaşımıza bu konuda karşı çıkarsan, böyle bir tutum, senin de aleyhine olur.

Hz. Peygamber (s.a.v), diyetin onda birinin yansı kadar olan tazminatı akilenin ödemesine karar verseydi, birisi kalkıp "Akile, öşrün yansı kadar olan tazminatı ve tam diyeti öder ve bu ikisi arasında kalan miktardaki tazminatlan ödemez; bunlan suçlu kendisi öder." diyebilir mi? Fakat böyle bir şeyi kimse söyleyemez. Burada söylenecek olan, hatayla işlenecek olan cinayetten doğan tazminatın hepsinin akile tarafından ödenmesidir, ister bu tazminat bir dirhem olsun.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Ona şunu söyledim: Bazı arkadaşlanmıza göre hür bir kimse, hatayla bir köleyi öldürse veya ona karşı ölüme sebep olmayan müessir bir fiil işlese, diyet ve tazminatını kendisi öder; akilesi ödemez. Yine akile, kölenin işlediği cinayetten dolayı da tazminat ödemez. Bize göre ise bu, hür kimsenin cinayetiyle ilgilidir.

Zira Hz. Peygamber (s.a.v), hür kimsenin hür kimseye karşı işlediği cinayetten doğan tazminatı akilesinin ödemesine hükmetmiştir, eğer bu tazminat hatayla işlenmiş bir cinayetten doğmuşsa, hür kimsenin hatayla köleye karşı işlediği cinayetin tazminatı da böyledir. Sen de bu konuda bizim gibi düşünüyor ve diyorsun ki akile, kölenin işlediği cinayetten dolayı tazminat ödemeyebilir; çünkü böyle bir tazminat kölenin kendisi tarafından ödenir; efendisi tarafından değiL. Böylece sen bizimle aynı görüşü paylaşıp benim ileri sürdüğüm delili doğru ve sünnetin manasına dahil buluyor musun?

"Evet" dedi.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Ona şunu da söyledim: Sana göre ve arkadaşlarınla birlikte bizim arkadaşlanmıza göre köleye karşı işlenen bu tür fiilden ileri gelen tazminat da onun diyetine göre belirlenir. Mesela, kölenin gözüne karşılık, kıymetinin yansı kadar, yaralardan dolayı da kıymetinin öşrünün yansı (1120) ödenir. Sen ise bu konuda bize katılmıyorsun ve köleye karşı işlenen yaralama fiilinden dolayı onun kıymetindeki azalma kadar tazminat gerektiğini söylüyorsun. O da şöyle dedi: Burada ben, yaralama konusunda kölenin kıymetini hür kimsenin diyetine benzetmede dayandığın delili sorabilir miyim? Sen bunu rivayete mi dayanarak, yoksa kıyas yoluyla mı söylüyorsun?

Dedim ki: Said b. el-Müseyyib'den bir rivayet vardır bu konuda. "Onu zikreder misin?" dedi.

Şöyle dedim: Bize Süfyan, ez-Zühri'den, Said b. el-Müseyyib'in şöyle dediğini haber verdi: Kölenin işlediği cinayetten doğan tazminat, onun kıymetine göre tesbit edilir. Onun böyle söylediğini çok işittim. Bazen de tıpkı hür bir kimseye karşı işlenen yaralama fiilindeki tazminatın diyetine göre tesbit edilmesi gibi, derdi. Tahric. Musannef, Abdurrazzak, Yaralanmalar 10/3 no: 18142.

 

Güvenilir ravilerden, onlar da Yahya b. Hassan, el-Leys b. Said'ten, Said b. el-Müseyyib 'in şöyle dediğini haber verdi: Hür insanın yaralanması, diyetine göre ve kölenin yaraları madden kıymeti ölçü alınarak biçilir. Tahric: Musannef, Abdurrazzak, Yaralanmalar 10/3 no: 18142.

 

İbn Şihab şöyle dedi: Bazı kişiler kölenin bu durumu ticaret malı ölçü alınarak kıymeti tespit edilir, diyorlar.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Bunun üzerine o kişi, "Senin için delilolabilecek bir rivayeti sana sormuştum." dedi.

Ben de "Bu konuda Said b. el-Müseyyib'in haberinden daha üstün başka birinden herhangi bir rivayet bilmediğimi sana söylemiştim." dedim.

"Onun sözü bir delil teşkil etmez." dedi.

"Benim böyle bir iddiam yok ki bana cevap veresin." dedim. "O zaman bu konudaki delili zikreder misin?" dedi.

Dedim ki: Hür bir şahsa karşı işlenen cinayete kıyas neticesinde hükmevardım.

O şöyle dedi: Kölenin diyeti hür kimseninkinden farklıdır. Çünkü hür kimsenin diyeti vade ile olur. Köleninki ise onun kıymetine göredir. Tıpkı deve, davar vb. gibi, onun da ticaret malı ile kıyaslanması yoluyla olur. Bunların hepsinde kölenin kıymeti göz önüne alınmıyor mu?

Ben de, "Bu, kölenin diyetini akilesi ödemez diyenlerin lehine ve senin aleyhine bir delildir." dedim.

"Hangi yönden?" dedi.

Şöyle dedim: Biri sana şu şekilde itiraz edebilir: Köleye karşı hür bir kimse cinayet işlediği zaman akile, kölenin kıymetini öder diyorsun. Bu kıymet, sana göre onun bedeli mesabesinde midir? Hür bir kimse, bir deveyi helak etse onu kendi malından mı ödeyecek?

Dedi ki: Kölenin öldürülmesi yasaktır.

Ben de, "Başkasına ait deveyi öldürmek de yasak değil mi?" dedim. "Bu, yasak olma bakımından, mümini öldürmek gibi değildir." dedi. Dedim ki: Birisi kalkıp sana, köleyi öldürmenin yasaklığı, her bakım-

dan hür adamı öldürmenin yasak olmasıyla aynı değildir, diyebilir.

Şöyle de dedim: Bu anlamda sana göre köle ile hür aynıdır; o halde köle ile ilgili tazminatı akile öder mi?

"Evet" dedi.

Dedim ki: Allah, hatayla öldürülen mümin hakkında hem diyet, hem de bir köle azad etmekle hükmetmiştir; öyle değil mi?

"Evet" dedi.

Şöyle dedim: Hür olandaki gibi kölede de köle azad edilmesi ve bir de kölenin bedelinin verilmesi gerekir ki bu bedel de diyet yerine geçerlidir, diyenin görüşünde misin?

"Evet" dedi.

"Köleye karşılık hür bir kimseyi öldürür müsün?" dedim. "Evet" dedi.

"Biz, köleye karşılık kölenin öldürüleceğini sanıyoruz, değil mi?" dedim.

"Ben de aynı görüşü sizinle paylaşıyorum." dedi.

Söze şöyle devam ettim: Bize ve sana göre hür ile köle arasındaki her türlü yaralamada kısas gerekmektedir. Kölenin diyeti, bedeli kadardır derken köle, maIl değeri itibanyla deveye benzetilmiştir. Kölenin yaralanmasında deveninkine benzer bir yol tutup bedelinden eksiIttiği miktara göre tazminat ödemesini tercih ediyor ve onun yaralanmasından dolayı tazminatını hür kimsenin diyetine kıyas etmiyorsun? Halbuki köle, beş hususta hür ile aynıdır ve sadece bir hususta ondan ayrılır öyle mi? Kölenin hür kimseyle müşterekleri fazla olduğuna göre fazla olana kıyas yapman daha doğru olmaz mı? Mesela, şu hususlarda köle ile hür arasında bir fark yoktur: Hür'e yasak olan şeyler köleye de yasaklanmıştır; aynı şekilde had cezalan, namaz, oruç ve diğer birtakım farzlar köle için de söz konusudur. Bunlarla, hayvanlar mükellef değildir!

Dedi ki: Benim yanında, "Kölenin diyeti bedeli kadardır." demedim mi?

Ben de "Sen, kadının diyetinin erkeğinkinin yan diyeti kadar olduğunu kabul ettin. Kadının yaralanmasıyla ilgili tazminatın erkekte olduğu gibi diyetine göre takdir edilmesini engelleyen nedir?!" dedim.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) devamla şöyle dedi: Ona şöyle dedim: Diyet deve olarak üç yılda ödendiğinde, sen bu develerin bir borç niteliğinde olduğunu iddia etmedin mi? Peki, bu develerin bir vade ile satın alınmasını nasıl reddettin? Bunu diyete, ödenecek yazılı borca ve mehire kıyas etmedin. Oysa sen, bütün bunlarda develerin bir borç niteliğinde olmasına cevaz veriyor musun? İşte sen, bu konuda hem kıyasa, hem de Nebi (s.a.v)'in hadis nassına muhalefet etmiş oldun. Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.v), bir deve ödünç almış, sonra da onun yerine başka bir deve ödenmesini emretmiştir.

Şöyle dedi: İbn Mes 'ud bunu hoş karşılamamıştır.

Ona şöyle dedim: Hz. Peygamber (s.a.v)'in delaleti varken onun dışında başka delil nasıl olabilir?

O da "Eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'den sabit bir delil varsa, kimsenin delaleti kabul edilmez." dedi.

Ben de "Sabittir." dedim, Hz. Peygamber (s.a.v), bir deveyi ödünç almış ve yerine daha iyisini ödemiştir. Bu, diyetler konusunda bizce de sana göre de sabittir. Bu, bir sünnet niteliğindedir.

Dedi ki: Üzerine kıyas yapılacak haber nedir?

Dedim ki: Bize Malik, Zeyd b. Eslem'den, Ata b. Yesar'den, Ebu Rafi yoluyla şöyle haber verdi: Hz. Peygamber (s.a.v) bir adamdan bir deve ödünç aldı; sonra kendisine gelen develerden birinin onun yerine o şahsa ödenmesini emretti. Ben de develerin hepsinin iyi cins olduğunu söyledim. Hz. Peygamber (s.a.v), "İyi olanı ona ver, insanların hayırlıları, daha iyisini ödeyenlerdir." buyurdu.  Tahric: Muvatta, Alışveriş 2/680 Hadis bu senedie Zeyd b. Eslem yoluyla rivayet edilmiştir. Müslim, Ödünç 3/1224 no: 118-119/1600.

 

"Üzerine kıyas yapılmayan haber nedir?" dedi.

Dedim ki: Hakkında Kur'an hükmübulunan, sonra da Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından o farzın kısmen hafifletildiğine dair bir sünnet mevcut olan bir hususta, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ruhsatı gereği amel edilir. Başka bir konu ona kıyas edilmez. Bu da Hz. Peygamber (s.a.v)'in genelolarak koyduğu bir hükmünden ayrılan ve sonra bir sünnetiyle sabit olan hükümdür.

"Buna örnek verebilir misin?" dedi.

Şöyle dedim: Uykudan kalkıp namaz kılmak isteyen kimseye, Allah abdest almayı farz kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip topuklara kadar ayaklarınızı (yıkayın) ... " [Maide, 5/6]

Burada Allah, diğer abdest uzuvlan gibi ayakların da yıkanmasını farz kılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v), mest üzerine meshetmiştir. Allah en doğrusunu bilir. Biz buna kıyasla sarık, peçe ve eldiyenler üzerine meshedemeyiz. Abdest alırken belli uzuvların yıkanmasının farz olduğunu isbat ettik. Hz. Peygamber (s.a.v)'e uyarak, sadece mest üzerine meshedilmesine de ruhsat verdik. Onun dışında kalan uzuvlara meshedilmez.

"Bunu Kur'an'a aykırı mı buluyorsunuz?" dedi.

Şöyle dedim: Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti hiçbir durumdaAllah'ın Kitabı'na aykırı olmaz.

"Sana göre bunun manası nedir?" dedi.

Manası şudur dedim: Suyla ayaklarını yıkayan ve daha sonra tam bir taharet üzere mest giymiş kimsenin ayaklarını bir sonraki abdestte suyla yıkamasından alıkoymasıdır.

"Dinde bu caiz olur mu?" dedi.

"Evet" dedim; Tıpkı abdestli olan kimsenin namaz kılmasının caiz oluşu gibi ... Her namaz için ayrıca abdest alınması murad edilmemiştir. Bunu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir abdestle iki ve daha fazla namazı eda edişinden anlıyoruz.

 

Allah (c.c) şöyle buyurdu: " ... Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah 'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah, izzet ve hikmet sahibidir." [Maide, 5/38]

Sünnet de Allah (c.c)'nun her hırsızlık yapanın elinin kesilmesinin istenmediğine delalet etmiştir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in me st üzerine meshetme sünneti, abdestli olarak mest giymemiş kimsenin ayaklarını yıkamasının farz olduğuna delalet etmiştir.

"Sünnette bunun örneğini verir misin?" dedi.

Şöyle dedim: Resulullah (s.a.v), hurmanın hurma ile miktarları eşit değilse satımını yasaklamıştır. Kendisine yaş hurmanın kuru hurma ile satışı sorulduğunda, "Yaş hurma kuruyunca azalır mı?" demiş; "evet" cevabı alınca da bunu yasaklamıştır. Yine ResuIullah (s.a.v) "Müzabene" denilen satışı yasaklamıştır. Bu satış türü faizli muamelelere giren ve ölçek miktarı bilinen bir malın kaç ölçek olduğu bilinmeyen aynı cins bir malla tahmini olarak satılmasından ibarettir. Bütün satışlar, anlam bakımından farklı değildir; fakat Hz. Peygamber (s.a.v), "araya" satışına ruhsat vermiştir. Bu da elinde kuru hurma bulunanların yaş hurma yemeleri için yaptıkları tahmine dayanan bir satıştır.

Biz de Hz. Peygamber (s.a.v)'e uyarak "araya" satışına ruhsat verdik. Aslında bu da yaş hurmanın kuru hurma ile satışından ibaret olup "Müzabene"ye dahildir. Aynı cinsten olup biri tahminI' olan, diğeri ölçülmüş bulunan her çeşit yiyecek maddesinin satışını, -müzabeneye girdiği için- genelolarak yasakladık. Araya satışını da Hz. Peygamber (s.a.v)'e uyarak, yasaklar cümlesinden çıkardık ve caiz gördük. Bu konudaki haberlerden birini, ötekiyle iptal etmedik ve onu diğerine kıyas yapmadık.

"Bunun anlamı nedir?" dedi.

Dedim ki: Bu, iki anlama gelebilir. Bence daha uygun olanı, Allah en doğrusunu bilir, Hz. Peygamber (s.a.v)'in genelolarak bu tür satışları yasaklamış ve araya satışını istisna etmiş olmasıdır. Diğeri de Hz. Peygamber (s.a.v), genel bir yasaklamadan sonra araya satışına ruhsat vermiştir. Ne olursa olsun, bize düşen ona itaat etmektir. Biz, onun helal kıldığı şeyi helal, yasakladığı şeyi de haram saymak zorundayız.

İmam ŞafiI' (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.v), hata ile öldürülen hür Müslüman için yüz deve diyet hükmetti ve bunu akilenin ödemesine karar verdi.

Kasten adam öldürme fiili, tazminat ve sorumluluk bakımından hata ile adam öldürme fiilinden farklıdır. Ama diyet bakımından her ikisi de aynıdır.

 

Hz. Peygamber (s.a.v), borçla ilgili konularda başkasının malından değil, şahısların kendi mallarından ödemelerine hükmetmiştir; ancak hata ile öldürülen Müslümanın diyetini akilenin ödemesine karar vermiştir. Biz de Hz. Peygamber (s.a.v)'e uyarak, hata ile öldürülen hür Müslümanın diyetini akilenin ödemesine karar verdik. Kasten öldürülen hür Müslümanın diyetinin de katilin, kendi malından ödemesine hükmettik. Nitekim kişinin hata dışında işlediği her suçun tazminatı kendi malından ödenir. Hata ile yaralamanın dışındaki yaralamalardan doğan tazminatları da hata ile öldürmeye kıyas ettik.

 

İmam ŞafiI (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Birisi şöyle sorabilir: Kişinin hata dışında işlediği suçlar dolayısıyla ödemesi gereken şeyler nelerdir?

Dedim ki: Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: "Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin ... " [Nisa, 4/4]

"Namazı kılın zekatı verin ... " [Bakara, 2/43]

" ... Eğer alıkonursanlZ kolayınlZa gelen kurbanı gönderin ... " [Bakara, 2/196]

"Kadınlarından zihar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler. İşte bu hüküm ile size öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." [Mücadele, 58/3]

"Ey iman edenler, ihramdayken av öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlanmanın cezası), fakirleri doyurmaktan ibaret bir kefarettir yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öc alandır." [Maide, 5/95]

"Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır." [Maide, 5/89]

 

Hz. Peygamber (s.a.v), mal sahiplerinin gündüz mallarını korumaları gerektiğine ve hayvanların gece verdiği zararları da sahiplerinin tazmin etmekle yükümlü olduklarına hükmetmiştir. Tahric: Muvatta, Zararı ödeme 2/747; Ebu Davud, Alışveriş ve kar 3/828-829.

 

Kitap, sünnet ve Müslümanların ittifakları göstermektedir ki bütün bunlar, kişinin kendi malından karşılanacaktır; ister Allah hakkı olsun, isterse Allah'ın insanlar için vacip kıldığı haklar olsun. Bu haklar, hangi yolla yüklenmiş olursa olsun onun yerine kimsenin ödeme yükümlülüğü yoktur.

Bir kimsenin suç işlemesi ve onu başkasının tazmin etmesi caiz değildir. Sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'in özelolarak uyguladığı haller ayrıdIf. Hata ile adam öldürme ve yaralama suçlarının diyeti özelolarak akileye yüklenmiştir.

 

Kıyasa göre; hayvana, mala ve benzeri şeylere karşı işlenen suçlarla ilgili tazminat, belirttiğim gibi, suçlunun kendi malından ödenir. Çünkü genel görüşe göre tazminatın, suçlunun kendi malından ödenmesi gerekir. Buna göre sadece az olan tazminata kıyas yapılmayıp makulolan daha çok tazminat da bir yana bırakılmaz. Hür bir Müslümanı hata ile öldüren Müslümanın diyetini, yine hata ile cana karşı işlenen suç ve yaralamalarla ilgili tazminatı akilenin ödemesi, hadis ve kıyas ile sabit (özel) hallerdir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.v), bir ceninin (ölü olarak) düşmesine yol açan davranıştan dolayı "gurre" ile hükmetmiştir. Bu da bir köle veya cariyeyi azad etmekten ibarettir. İlim adamları, gurrenin değerini beş deve olarak takdir etmişlerdir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, gurre ile hükmederken "erkek mi, kız mı?" diye sorduğu rivayet edilmediğine göre; ölü olarak düşen erkek ve kız, tazminat bakımından eşit sayılmıştır. Sağ olarak düştükten sonra ölen erkek için yüz deve, kız için de elli deve tazminat ile hükmederlerdi.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) dedi ki: Fakat tazminat bakımından erkek-kadın arasında fark bulunan ve muayyen diyetleri gerektiren suçlar, cenine kıyas yapılamazlar. Cenin, sağ olarak düştükten sonra ölürse tam diyet gerektiği, bunun da erkek için yüz, kadın için (1/2) elli deve olduğu hususunda alimlerin ihtilafları söz konusu değildir. Bildiğime göre Müslümanlar, ölünün bir uzvunu kesen kimse için diyet ve herhangi bir tazminat ödemeyeceği konusunda da ihtilafa düşmemişlerdir. Cenin de sağ olarak ya da ölü olarak düşer. (Hükmü de buna göredir.)

Hz. Peygamber (s.a.v), cenin hakkında hükmederken cana karşı işlenen bu suçtan dolayı düşen ceninin sağ ve ölü olmasına göre farklı tazminat takdir etmiştir. Biz bundaki hikmeti bilmesek de insanların onun verdiği hükme uymaları gerekir; çünkü Resulullah (s.a.v)'in emri bu yöndedir.

"Bunun bir izahını sen bilir misin?" dedi.

"Onun bir izahı vardır, Allah en doğrunu bilir." dedim. "O nedir?" dedi.

Şöyle dedim: Deniliyor ki: Ceninin hayat belirtisi olmazsa, onun cenaze namazı kılınmaz ve mirasçı olmaz. Ona karşı işlenen suç, annesine yönelik işlenen bir suç sayılır. Hz. Peygamber (s.a.v), yaralamalarda olduğu gibi, bu suç için bir tazminat tayin etmiştir. Müslümanlar da o tazminatın gereğini yerine getirmişlerdir.

Dedi ki: Evet, bu kabul edilmesi gereken bir izahtır.

Şöyle dedim: Bu izaha göre Hz. Peygamber (s.a.v)'in cenin hakkında bundan dolayı böyle hükmedişini hadis açıkça göstermektedir; Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu konuda bundan dolayı böyle hükmettiğini söylemek de doğru olmaz. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu sebepten dolayı böyle hükmettiğini söyleyen kimseye göre cenin, erkeğe değil, kadına aittir; yani o, babasına değil annesine aittir. Ceninin düşürülmesi anneye karşı işlenmiş bir suçtur. Cenine mirasçı olunacağına dair bir hüküm yoktur; dolayısıyla miras bırakan durumunda olmayan, mirasçı da olmaz.

"Bu görüş doğru mudur?" dedi. Ben de "Allah bilir." dedim.

Dedi ki: Onun izahı bu değilse, bu hüküm için başka ne denilebilir? "Şöyle denir." dedim: Bu, insanların ona göre hükmetmeleri gereken

bir sünnettir.

Dedi ki: Böyle hükmedişin sebebini gösteren haber türünden bir şey ileri sürülebilir mi?

Denilebilir ki: Bu, uyulması gereken bir sünnet hükmüdür. Müslümanlar sünneti böyle uyulması gereken bir husus kavramışlar ve aynı anlama gelen diğer şeyleri de ona kıyas etmişlerdir.

Dedi ki: Bunun dışında olan ve üzerine kıyas yapılacak başka bir örnek hatırlıyorsan söyle.

Ona şöyle dedim: Hz. Peygamber (s.a.v), deve ve koyun gibi sağınal hayvanlardan "musarrat" hakkında, "Müşteri sağdıktan sonra isterse yanında bırakır, isterse iade eder ve bir sa ' hurma verir. " buyurmuştur.

Ayrıca "Gelir, ödeme sorumluluğu taşıyan kimseye aittir." diye hükmetmiştir. Tahric: Buhari, Alışveriş 4/422 no: 2148; Müslim, Alışveriş 3/1155 no: 11/1515.

 

"Gelir, ödeme sorumluluğunu taşıyan kimseye aittir. " kuralını mantık olarak şöyle açıklayabiliriz: Ben, bir köle satın alsam ve ondan bir kazanç elde etsem, sonra da onun kusurlu olduğunu tesbit etsem, o köleyi iade etme hakkım olur. Köle benim mülkiyetimdeyken elde ettiğim kazancın iki ciheti vardır:

 

Birincisi: Köle satıcının mülkiyetinde olmadığı için bedeliyle ilgili kazancın karşılığı da değildir.

Diğeri: Söz konusu gelir, benim mülkiyetimde ve satıcının sorumluluğundan çıktığı ve benim sorumluluğuma girdiği bir zamanda meydana gelmiştir. Köle bu süre zarfında ölseydi benim malım olarak ve benim mülkiyetimdeyken ölecekti. Ben istesem, onu kusuruyla yanımda bırakırdım. İşte bu sebepten dolayı gelir de bana aittir.

Biz "Gelir, ödeme sorumluğu taşıyan kimseye aittir. " hadisine kıyas yaparak şöyle dedik: Satın aldığım bir bahçenin meyvesi, yine satın aldığım bir cariye veya davarın yavrusu, gelir hükmündedir. Çünkü bunlar, alıcının mülkiyetindedirler, satıcının mülkiyetinde meydana gelmemiştir.

Musanat (hayvanın memesinde biriken süt) konusunda ise Hz. Peygamber (s.a.v)'in emrine uyarak hüküm verdik; ona başkasını kıyas yapmadık; çünkü onda pazarlık muayyen bir koyun hakkında yapılmıştır. Bu koyunun memesinde ne kadar birikmiş olduğu meçhul ve kıymeti takdir edilmemiş bir süt vardı. Biz biliyoruz ki koyun ve devenin sütü farklılık gösterir; yani her koyun ve devenin sütü diğerine göre az veya çok olur. Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuda belli bir şeyin verilmesine hükmedince ki bu da bir sa' hurmadır, biz de aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in emrine uyduk.

Bir kimse memesinde süt birikmiş (musarrat) bir koyun alıp sütünü sağsa, sonra ayıbını bildiği halde ona razı olsa ve bir ay onu yanında tutup sütünü sağsa, sonra da satıcının farklı bir ayıbı gizlediğinin farkına varsa, söz konusu hayvanı iade etme hakkına sahip olur. Bir ay içinde sağdığı süt de kendisine ait olur; gelir, kazanç gibi sayılır. Çünkü pazarlıkta bu sütle ilgili bir hüküm terettüp etmeyip alıcının mülkiyetinde meydana gelmiştir. Ancak onun memede biriktirilmiş olan ilk sütten dolayı bir sa' hurma vermesi gerekir. Zira Hz. Peygamber ( s.a. v) de böyle hükmetmiştir.

Biz bununla meme de süt biriktirilmesi konusunda bir habere göre hareket etmiş oluruz. Memede süt biriktirmenin dışında kalan hususa da "Gelir, ödeme sorumluluğunu taşıyan kimseye aittir. "hadisine kıyas yapmış oluruz.

Memede biriktirilmiş sütle daha sonra meydana gelen süt arasında fark vardır; çünkü pazarlık, memede biriktirilmiş sütü de içine almaktadır. Daha sonraki süt ise, müşterinin mülkiyetinde meydana gelmiştir ve pazarlığa dahil değildir.

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Birisi şöyle diyebilir: Bir konu iki yönden ele alınıyor mu?

O na "Evet" denir. Eğer söz konusu mesele iki veya daha fazla farklı şeyleri ihtiva ediyorsa ...

Şöyle denirse: Bu konuda başka bir örnek verebilir misin?

Derim ki: Kocasının ölüm haberini alan bir kadın, iddetini bekledikten sonra evlense ve yeni kocası onunla zifafa girse, sonra da eski kocası da sağ olarak çıkıp gelse, bu kadının ikinci kocasından mehir alma hakkı olduğu gibi iddet beklemesi de gerekir. Bu evlilik sonucu doğan çocuk ikinci babaya aittir. İkisine de had cezası da gerekmez. Birbirinden ayrılırlar ve biri diğerine mirasçı olamaz. Bu ayırma, talaksız olarak nikahın feshedilmesi ile gerçekleşir.

Burada mehir gerekmesi, iddet beklenmesi, çocuğun babasına ait olması ve had cezasının gerekmemesi, zahirde meşru olan bir hükmün işlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Batında ise haram olan bir işlem söz konusu olduğundan aynı nikah üzerinde devam etmemeleridir. Mesele aydınlanınca da aralarındaki nikah sebebiyle birlikte yaşayamayacakları, birinin diğerine mirasçı olamayacağıdır. Kadın, bu şahsın karısı olmadığı için nikahlarının feshinin talak sayılmayacağı kanaatine varılmıştır.

Bu konunun benzerleri çoktur. Mesela, iddeti bitmeden evlenen kadının durumu da bu kabildendir.

 

Sonraki için tıkla:

 

İHTİLAF KONUSU